Kamuda Başörtüsü Yasağı İncelemesi Ve Çözüm Yolları

Analiz, Değerlendirme, Yol Haritası

Başörtüsü Gerçeği

Derin dini, tarihi ve kültürel kökleri olan başörtüsü gerçeğinin gündelik hayatın her alanında ve toplumun her kesiminde hissedilen yansımaları Türk siyasal hayatının fırtınalı ideolojik geçmişine ve toplumsal dönüşümünde yaşadığı sancılara işaret ediyor.

Türkiye’nin de içinde bulunduğu kültürel ve siyasi coğrafyada başörtüsünün çok farklı dini, etnik ve kültürel aidiyetler tarafından değişen sıklık ve yoğunluklarda olsa da binlerce yıldır kullanılıyor olması; salt belli bir dine ya da inanca ait bir obje ya da nesne olmaktan öte aynı zamanda kültürel, etnografik ve folklorik boyutları da olan ve farklı din ve uygarlıklar tarafından paylaşılan bir giysi olduğunu ortaya koyuyor. Bu bağlamda baş örtme geleneğinin ve başörtüsünün Müslümanların olduğu kadar, yaygınlığı azalsa bile Katolik ve Ortodoks Avrupalıların ve muhafazakar Yahudilerin inanç ilkeleri ve giyim kuşam gelenekleri arasında da yer aldığını görebiliyoruz.

Başörtüsü Anadolu’da en az bin yıl, herhangi bir tartışmaya ve toplumsal gerilime yol açmadan yaygın bir biçimde kullanıldı. Ancak Cumhuriyet dönemiyle birlikte, devrim ideolojisine karşı bir direniş simgesi, geriye dönüş özleminin ifadesi ve erişilmek istenen çağdaş uygarlık hedefinin önünde bir engel olarak görülmeye başlandı. Hatta devletin resmi söylemi ve bu söylemin pozitif hukuk metinlerine ve kamu yönetimine yansıması da başörtüsünün; laikliğe aykırı, yasadışı ve kamu otoritesi eliyle devre dışı bırakılması, hatta yasaklanması gereken bir giysi olduğu yönünde olmuştur. Oysa Türk toplumunun başörtüsüne bakışı resmi tanım ve nitelemelerle hiç de örtüşmüyor. Günümüzde başörtüsü kullanımının yaygınlığı ve baş örtme tercihleri konusunda yapılan çeşitli alan araştırmalarının sonuçlarına göre; kadınların yarıdan fazlası gündelik hayatlarında ve toplum içinde başörtüsü takıyor ve halkın yaklaşık dörtte üçü kadınların başörtüsü ile kamu hizmetlerinde çalışmasında sakınca görmüyor.[*]

Devletçi modernleşme projesinin hedefleri arasında her zaman önemli bir yer tutan ve simgesel bir odak noktasına dönüşen başörtüsü, Türkiye’nin yakın siyasi tarihinde üst yapı kurumları eliyle ve yasal zorlamalarla kısa dönemde toplumsal ve siyasal hayatı dönüştürmeye yönelik girişimlere karşı sosyolojik gerçekliğin tepkisini, diğer bir anlatımla geleneksel ve kültürel değerlerin diyalektik karşı duruşunu ifade eden dinamik ve etkili bir direnç unsuru haline gelmiştir.

 

Başörtüsü Sorununun Niteliği ve Boyutları

Kişilerin inanç ve kanaatlerinin gereği olan kıyafetleri giydikleri için bazı kamu hizmetlerini almaktan mahrum bırakılmaları ya da çalışma haklarının ellerinden alınması, dünyanın sadece laikliği katı sekülerlik olarak algılayan birkaç ülkesinde,  bu arada Türkiye’de de görülen bir uygulamadır. Bu uygulamanın meşruiyeti ve hukuki temeli bulunmamakta; altında yalnızca belirli jakoben bir azınlığın toplumsal hayata kendi görüş ve istekleri doğrultusunda yön verme arzuları yatmaktadır.

Kadınların başörtüsü yüzünden eğitim hizmetinden mahrum kaldıkları ve halen kamu kesiminde çalıştırılmadıkları Türkiye’nin acı bir gerçeği olarak bilinmekle birlikte; geçmişten bugüne bu alanda hakları çiğnenen ve onurları zedelenen insanların sayı ve oranı hakkında yapılmış bir araştırma ve elde edilmiş herhangi bir istatistiki veri bulunmuyor.

Türkiye’nin yakın siyasi geçmişinde, tepeden inme ve dayatmacı yöntemlerle hayata geçirilen baskıcı uygulamalardan çok azı, başörtüsü yasağı kadar milyonlarca kişiyi,  hayatları boyunca her alanda sürekli olarak etkileyecek ve bilinçaltlarında derin izler bırakacak şekilde yaralamıştır. Türk halkı başörtüsü yasağı sonucunda yaşadığı acı ve mahrumiyetleri yıllar boyunca uygun yol ve yöntemlerle ve etkili bir biçimde siyasal mekanizmalarda dile getirememiştir. Burada sivil toplumun eksikliği, demokratik kültürün ve tepki verme refleksinin yetersizliğinin olduğu kadar; siyasi otoritenin bu konudaki talep ve beklentilere karşı peşinen yasaklayıcı ve hoşgörüsüz olmasının da önemli bir payı bulunmaktadır.

Başörtüsünün Toplumdaki Yaygınlığı ve Tercih Edilme Nedenleri

Başörtüsü toplumda geniş bir kullanım oranına ve yaygınlığına sahip. Yapılan çeşitli araştırmalar, kullanım oranının değişen sıklık ve yaygınlıklarda zaman zaman yüzde 60’lara;  başörtüsü kullanımına yönelik rıza ve kabul oranının ise yüzde 80’lere kadar yükseldiğini gösteriyor.

Başörtüsünün geleneksel özelliklerin hüküm sürdüğü bölgelerde ve alanlarda çok daha yüksek oranda olmak üzere, toplumun her kesiminde, modern hayat tarzını sürdüren insanların kılık kıyafet tercihlerinin yanında,  onlarla uyumlu bir biçimde benimsendiğini ve kullanıldığını görüyoruz. Bu bağlamda kamu kesimi dışındaki tüm işyerlerinde olmak üzere, küçük kasabalardan metropollere kadar tüm kentsel yerleşim alanlarında,  başı açık kadınlarla başı örtülü kadınların bir arada barış ve uyum içinde çalıştıklarını; başörtülü çalışanların müşterilere hizmet verirken herhangi bir sorun yaşamadıklarını görüyoruz. Örneğin bir konfeksiyon mağazasında başı açık bir kadın tezgahtar olarak çalışırken; aynı mağazada başörtülü bir kadının kasiyer olarak hizmet vermesi, yadırganmayacak sıradan bir durum olarak karşılanıyor.  Buradan, farklı toplum kesimlerinden ve inanç gruplarından gelen insanların, kadınların toplumun gündelik hayatı içinde ve özel işyerlerinde başörtüsüyle çalışmalarında herhangi bir sakınca görmediklerini; sorunun yalnızca kamu işyerlerinde ve kamu otoritesinin devreye girmesinin söz konusu olduğu durumlarda ortaya çıktığını görüyoruz.

Kadınların kamuda çalışmaktan vazgeçmek ve işsiz kalmak pahasına sadece belirli zamanlarda ve sokakta değil, topluma açık yerlerde ve her zaman başörtüsü takmaktaki ısrarlarının arkasında yatan sebep nedir? Elbette ki, başörtüsü takmayanları ve kendileri gibi düşünmeyenleri etkilemek, onları kendileri gibi düşünmeye ya da hareket etmeye zorlamak değil. Yalnızca ve yalnızca inançlarından doğan örtünme kuralının gereği olarak; kendi özel alanlarının dışına çıktıklarında başlarını örtmek zorunda olduklarına inandıkları için. Tıpkı tersinden bakıldığında, başları açık olanların bu tercihleriyle başörtüsü kullananlara karşı bir tavır koymak, onları baskı altına almak veya kendilerine bir nazire getirmek amacıyla hareket etmedikleri ve yalnızca giyim kuşam tercihlerini bu yönde kullandıkları gibi.

Başörtüsü takma ısrarının arkasında yatan temel nedenin laik düşünce sahipleriyle zıtlaşmak olmadığı, aksine bu tutumun çok doğal dini, insani ve kültürel değerlerden kaynaklandığı; başörtüsünün geçmiş yüzyılın son çeyreğinde ülkenin gündemine sürekli bir tartışma konusu olarak girdiği tarihe kadar Türk insanının gündelik hayatında hava gibi, su gibi kalıcı ve vazgeçilmez bir yer edinmesinden bellidir. Bunun aksini iddia etmek, kuşkusuz insanlığın tarihi ve sosyal gelişme süreci boyunca edindiği kazanım ve birikime saygı göstermemek, sosyal gerçekliğe karşı çıkmakla eşdeğerdir.

Genel Olarak Başörtüsü Yasağının Mahiyeti ve Kapsamı

Hakkında yasaklayıcı bir kanuni düzenlemenin bulunmadığı bir tercih veya davranışın, örneğin nefes almanın, kaldırımda yürümenin veya geceleri uyumanın doğal olarak serbest olması gerektiği ve ayrıca pratiğe geçirilmesi için herhangi bir yasa maddesiyle serbest bırakılmasına gerek olmadığı ilkesinden hareket edildiğinde; insanların başlarını örtmelerinin hiçbir meşru ve hukuki kısıtlamaya tabi tutulamayacağı apaçık bir biçimde ortaya çıkıyor.

Yürürlükte olan kanunların hiç birisinde, kadın kıyafetlerinden herhangi birinin yasak olduğuna, suç teşkil ettiğine veya cezalandırılması gerektiğine ilişkin tek satırlık bile bir düzenleme bulunmamaktadır. Cumhuriyetin hiçbir döneminde de bu yönde bir düzenleme yapılmamıştır. Esasen, kadınların neyi giyip neyi giyemeyeceklerine, bedenlerinin bir bölümünü nasıl örteceklerine ya da açacaklarına ilişkin bir düzenleme yapmanın, genel ahlak kuralları dışında; hiçbir akli, mantıki, hukuki ve dolayısıyla meşru bir gerekçesi olamaz.

Ceza hukukundaki “Kanunsuz suç ve ceza olmaz” ilkesi, hiç kimsenin kanunlarda suç olarak tanımlanmayan bir eylemi veya davranışı keyfince suç sayamayacağı; bunun için kendine göre bir ceza öngöremeyeceği anlamına geliyor. Dolayısıyla başörtüsüne yönelik yasaklayıcı bakış açısı ve tutum; ceza hukukunun temeli olan “kanunilik” ilkesine bütünüyle aykırı düşmektedir.

Durum böyle iken, başörtüsüne yönelik yarım yüzyılı bulan baskı ve yasaklamanın temelinde, jakoben bir azınlığın korku ve vehimlerine dayanan fiili ve zorbaca bir tutumun yattığı; hiçbir meşru ve normatif ilke ya da kuralın bulunmadığı anlaşılıyor. Kısacası yasak, bu noktadaki keyfilik ve dayatmanın zaman içinde fiili bir duruma dönüşmesinden ibaret.

Devletin Kılık Kıyafet Tercihleri Karşısındaki Konumu

Kamu gücü veya herhangi bir otorite insanların kılık kıyafet tercihlerine karışmalı mıdır? Devletin, benimsenmesi ve giyilmesi gereken kılık ve kıyafet biçimleri konusunda belirle bir standardı, tercihi veya önermesi bulunmalı mıdır? Hele hele bu konularda herhangi bir dayatmada bulunma,  cezai müeyyide uygulama, öngörülen yükümlülüklere uyulmaması halinde kişileri kamu haklarından veya temel hizmetlerden mahrum etme gibi bir tasarrufu olabilir mi? Zihinleri kuşatan ideolojik kalıplardan ve ön yargılardan tamamen arındırılmış, özgür bir irade ile bu sorulara cevap aranması halinde verilecek karşılık ”hayır” olacaktır. Her şeyden önce bunlara “evet” cevabının verilmesini haklı ve normal gösterecek bir mantıklı izah çerçevesi ve gerekçe gösterilemeyecektir.

Soruların başka bazı tercih alanlarıyla ilgili olarak sorulması; örneğin insanların neyi yiyip içecekleri, boş zamanlarını nasıl değerlendirecekleri, hangi kitabı okuyacakları gibi konularda devletin herhangi bir tercihi öne çıkarmasının söz konusu olup olamayacağı irdelendiğinde durum değişmemektedir. Bu bakımdan kılık kıyafet tercihini, insanların gündelik hayatlarındaki diğer tercihlerden ayıran belirgin bir fark bulunmamaktadır. Diğer alanlarda devletin belli bir tercih yönünde irade belirtmesi ve bunu standartlaştırarak tüm topluma empoze etmesi ne kadar yanlış ve abes ise,  kıyafet konusunda belli bir yönde dayatmada bulunması da aynen öyledir.

Uygarlık Anlayışı, Devletin Zorlama Gücü ve Başörtüsü

Kadınların başlarını örtmemelerinin batılı ve uygar yaşama biçiminin kaçınılmaz bir gereği olduğu varsayımından yola çıksak bile; özgürlükçü ve demokratik bir toplumda herkesin giyim kuşam konusunda uygar giyim tarzını referans almak, gündelik hayatında uygarlık normlarına uygun davranmak zorunda olduğuna ilişkin bir tez ileri sürülemez. Bu noktada, “İnsanların yaygın ölçüde benimsenen ve kabul gören kıyafet biçiminden farklı giyinmeye hakları var mıdır?” sorusunun karşılığı, yine her şeyden önce uygarlık anlayışının ve insan hakları temel ilkelerinin gereği olarak “evet” olacaktır.

 

Demokratik bir toplumda hiçbir otorite, makam ya da merci; insanları belirli bir kıyafet biçimini benimsemeye mahkum edemez. Baskı, ima, tehdit gibi zorlayıcı yöntemler veya kural koymak, kanun çıkarmak gibi hukuki veya idari düzenlemelerle başlarını örtmek ya da açmak zorunda bırakamaz. Bu yöndeki düzenlemeler, hiçbir siyasi ve felsefi umdeye veya devrim ilkesine dayandırılamaz.

Laik Hukuk Düzeni İçinde, Dini Amaçla Baş Örtmek Laikliğe Aykırı mıdır?

Bu soru başlığını önce, “laik bir hukuk düzeninde ve çağdaş bir toplumda baş örtme tercihini mutlaka dini bir amaç taşıdığı yönünde mi değerlendirmek gerekir?” şeklinde ek bir soru olarak ortaya koymak daha doğru ve açıklayıcı olacaktır. Başörtüsüne ideolojik ya da dini bir anlamdan başka bir değer yüklemeyen bakış açısına göre, bu giysi kendi başına rejmin varlığı ve geleceği için doğrudan doğruya tehdit oluşturmaktadır. Çünkü farklı dini inanç ve siyasal ideolojiler karşısında eşit mesafede durmak yerine, dine karşıtlık ekseninde laiklik ideolojisini kendisine çıkış noktası alarak bir taraf haline dönüşen siyasi bir anlayış için, başörtüsünün dini ya da ideolojik olmaktan öte bir amaç ve hedefinin bulunması mümkün değildir. “Kendilerini çekiç olarak değerlendirenler, çevrelerindekileri çivi olarak görmek eğilimindedirler” metaforu bu ilişkiyi en iyi şekilde özetleyebilecek mahiyettedir.

İnsan Hakları, Laiklik İdeolojisi ve Kamuda Kılık Kıyafet Tercihi

İnsanların başkalarının hak ve hürriyetlerini engellemeyen, kamu düzenini ve kamu sağlığını bozmayan bireysel inanç ve kanaatlerinin yaşanması niteliğindeki davranış ve eylemleri sergilemeleri; kişiliklerine bağlı, doğuştan kazandıkları, devredilemez ve vazgeçilmez haklarındandır. Bu çerçevede; kişilerin inanç ve kanaatlerinin gereğinin yerine getirilmesi; inanç ve kanaatleri doğrultusunda yaşam pratiklerine sahip olmaları, hem temel haklar ve özgürlükler teorisinin gereğidir, hem de Batılı demokratik rejimlerin tümünde istisnasız olarak ortak uygulama alanı bulan bir husustur.

Kamuda başörtüsü sorununun ele alınmasında,  “laik ve demokratik bir devlet düzeni içinde ‘velev ki’ dini ya da ideolojik amaçlarla olsun, başını örtenlerin kamu hizmeti alma ve kamuda istihdam edilme imkanlarından yararlanma hakları olmalı mıdır?” sorusu kilit bir önem taşımaktadır. Kuşkusuz, laiklik ideolojisi çerçevesinde ve din dışılık ekseninde şekillenen ve toplumsal hayatın görünür gidişatı içinde her türlü dini tezahürü kendi varlığı için bir tehdit olarak algılayan bir siyasi yapı için bu sorunun karşılığı olumsuz olacaktır. Buna göre, başörtüsü ile toplum içinde yer almak, üniversiteye gitmek ve kamu kuruluşlarında çalışmak, doğrudan doğruya ülkenin din kurallarına uygun yönetilmek istendiği anlamına gelir. Türkiye’de on yıllardır hüküm sürmekte olan başörtüsü yasağı, tam da bu değerlendirmeden yola çıkılarak uygulanmaktadır.

Gerçekten demokratik ve çoğulcu bir siyasal sistemde, kamu hizmetlerine erişimde ve kamu kesiminde çalışma hakkından yararlanmada, görevin gerektirdiği niteliklerden başka bir ayırım gözetilmemesi hukuk devleti olmanın ve tarafsızlık ilkesinin gereğidir. Devlet memurluğunda görev almak, yalnızca giyim tercihlerinde dini olmayan gerekçelerle hareket edenlerin değil; belli bir inanç veya ideoloji doğrultusunda hareket edenlerin de hakkıdır.

Belli bir kıyafeti tercih etmenin doğrudan doğruya kişilerin kendi bireysel seçim alanları içinde kalan pek çok sebebi olabilir.  Başını örten bir kişi, bunu dini ya da ideolojik bir sebeple veya moda tercihiyle yapabileceği gibi; başını soğuktan veya sıcaktan koruma, utangaçlık ya da sıkılganlık nedeniyle ortaya koymaktan çekineceği başka bir gerekçeye de dayandırabilir. Bu bağlamda, devlet memurlarına, başlarını örttükleri taktirde, mutlaka dini veya ideolojik gerekçelerin dışındaki sebeplere dayanmaları gerektiği yönünde bir zorunluluk getirilemeyeceği gibi, giyim tercihlerini hangi saiklerle benimsediklerini açıklamaya zorlanmaları da kabul edilemez. Memurun tercih ettiği bir kıyafetin hangi amaçlarla giyildiğinin dış bir irade tarafından değerlendirilerek belli bir amaç doğrultusunda giyildiği yönünde bir hükme varılması niyet okumaktan başka bir şey değildir. Demokratik olmanın yanında, aynı zamanda laik niteliğe de sahip olan bir devlette, memurların sırf laikliğe aykırı bir tutum ya da davranış içinde oldukları, kendi inançlarını başkalarına dayatmak istedikleri algısına yol açmasın diye, insan hakları evrensel bildirgesinde yer alan temel hak ve özgürlüklerinden vazgeçmeleri beklenemez.

Devlet memurlarının belli bir kıyafeti dini gerekçelerle tercih etme haklarının olup olmadığının sorgulanması; temelde sahip oldukları dini inancı veya siyasal ideolojiyi herhangi bir şekilde ifade etme hakkına sahip olup olmadıklarının sorgulanmasını beraberinde getirir. Diğer tüm bireyler gibi, devlet memurlarının da herhangi bir dini inanca, felsefi görüşe veya siyasal ideolojiye sahip olma hakları bulunmaktadır. Onları tatsız, renksiz, kokusuz nesneler gibi hiçbir ideoloji ya da dünya görüşüyle ilgisi bulunmayan, tamamen apolitik varlıklar olarak görmek basit bir kurgudan ibarettir ve pratikte hiçbir zaman mümkün değildir.

Devlet memurunu adeta bir köle gibi yalnızca belli bir ideolojiye,  devletin resmi görüşüne sadakat yükümlülüğüyle karşı karşıya bırakmak demokrasi anlayışı ve insan haklarıyla bağdaşmamaktadır. Kendi iç dünyasında geliştirdiği ve bireysel planında özgür bir biçimde benimseyebileceği bir inanca veya siyasal ideolojiye sahip olabilme hakkı; bunu yeri geldiğinde uygun araç ve yöntemlerle özgürce ifade edebilme, yaşayabilme ve gündelik hayat pratiklerine yansıtabilme hakkını da beraberinde getirir. Demokratik niteliği tartışma konusu olan mevcut Anayasa’nın 24.Maddesindeki “Kimse dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz, suçlanamaz” hükmü bu özgürlüğü belli bir güvenceye bağlamış bulunmaktadır. Ayrıca İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinde de yer alan bu güvenceden herkes yararlanmak durumunda olup, devlet memurlarının istisna tutulması veya bu konuda kendilerine bir kısıtlama getirilmesi söz konusu olamaz.

Kamu Görevlisine Siyaset Yasağı ve Baş Örtme Özgürlüğü

Devlet memurlarının kamu görevini tüm vatandaşlara karşı eşit ve objektif bir biçimde yerine getirmelerini ve bu anlamda tarafsızlıklarını sağlamak amacıyla getirilen “siyaset yapma yasağı,” bireysel özgürlükleri kapsamında belli bir inanç ve ideolojiye sahip olma ve bunu söylem ve davranışlarıyla ifade etme haklarıyla çelişen bir husus değildir. Siyaset yasağı dar kapsamlı olup, devlet memurunun siyasal partiler arasında taraf tutmasına, resmi görevini yürütürken belli bir siyasal partinin görüş ve programı doğrultusunda tavır takınarak vatandaşlar arasında ayırım yapmasına, kısacası siyasal görüşünü kamu hizmetlerine yansıtmasına yasak getiren bir düzenlemedir. Kamu görevlisinin sahip olduğu inanç ya da ideolojiyi dışa vurma hakkına sahip olması, bu bağlamda dini inancı nedeniyle başını örtmesi; mutlaka kamu görevini yürütürken hizmet alan vatandaşlar arasında ayırım yapacağı, inancını resmi görevinden doğan uygulamalarına yansıtacağı anlamına gelmez.

Kamuda Başörtüsü Yasağının Hukuki ve Meşru Bir Temeli Var mı?

Anayasa’nın 49’uncu maddesinde yer alan “Çalışma, herkesin hakkı ve ödevidir” hükmü çerçevesinde, kamu hizmetine girmek bir “hak” olarak düzenlenmiştir. Oysa, kamu kesiminde uygulanan başörtüsü yasağı ile kadınların anayasal düzeyde korunan bu temel ve insani hakları açıkça ihlal edilmektedir.

Kamuda başörtüsü yasağının hiçbir meşru ve hukuki gerekçesi yoktur. Uygulamanın başladığı tarihten bu yana da hiç olmamıştır. İnsan hakları, hukukun temel ilkeleri ve adalet anlayışı çerçevesinde hiçbir zaman olması da mümkün değildir.

Anayasalar da dahil olmak üzere, insanların hak ve özgürlüklerini ilgilendiren tüm kanuni ve idari düzenlemelerin her şeyden önce İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinde yer alan temel ilkelere uygun olması zorunlu olduğundan; hiç bir pozitif hukuk kuralı, ilke ya da gerekçe kamuda başörtüsü yasağının dayanağı olarak gösterilemez. Bu çerçevede ne bir anayasa hükmüne, ne de bir kanun ya da yönetmelik maddesine dayanılarak yasak konulamaz.

Hukukun temel ilkelerine ve insan hakları alanındaki evrensel normlara aykırı olmamak kaydıyla,  insanların hak ve özgürlüklerini kısıtlayan ya da bir haktan faydalanmalarını belli şartlara bağlayan düzenlemeler ancak kanunla getirilebilir. Bu kural,  hak ve özgürlüklere getirilecek kısıtlamaların kanundan başka bir yolla, yani yönetmelik veya genelge gibi idari düzenlemelerle yapılamayacağı anlamına gelmektedir. Öte yandan,  temel bir hak ya da özgürlüğe getirilecek bir sınırlama her şeyden önce toplum vicdanında karşılığını bulmalı; hakkaniyet ölçüleriyle bağdaşmalıdır. Toplumun vicdanını kanatan ve haklılığı her zaman tartışma konusu olan bir düzenleme, şeklen yasama organları eliyle ve yasama süreçleri izlenerek çıkarılmış olsa bile meşruiyet kazanamaz.

            Anayasal ilkeler çerçevesinde temel bir hak ya da özgürlüğün kanunla da olsa sınırlanabilmesi, hukuk tekniği açısından belli şartlara bağlı olmasını ve belli sınırlar içinde kalmasını gerektirir. Getirilecek kısıtlama, temel hak ya da özgürlüğün özüne dokunamayacağı gibi, ancak kamu yararını sağlama amacını taşıyabilir. Bu bağlamda kısıtlama, başlıca üç şeyin; genel ahlakın, genel sağlığın ve kamu düzeninin korunması gerekçesiyle yapılabilir. Buradaki temel amaç başkalarının hak ve özgürlüklerini korumak, yani herkesin hak ve özgürlüklerden başkasına zarar vermeden faydalanmasını sağlamaktır. Başörtüsüyle kamu hizmetinde çalışmak; ne genel ahlaka, ne genel sağlığa ne de kamu güvenliğine bir zarar vermediği gibi; başkalarının haklarını kullanmasına da hiç bir şekilde engel oluşturmamaktadır. Aksine kimseye bir zararı olmayan bu giysinin yasaklanmasıyla kişinin kendi bedeni üzerindeki tasarruf hakkı ve tercih özgürlüğü ortadan kaldırılmakta, kamu hizmetlerine erişimde ve kamu istihdamında eşitsizlik yaratılması suretiyle adalet duygusu ve kişilerin devlete olan güveni sarsılmakta ve böylelikle kamu düzeni bozulmuş olmaktadır.

Yasağın Görünürdeki Dayanağı ve Hukuki Değeri

Hakkında hiç bir kanuni düzenleme bulunmayan kamuda başörtüsü yasağına dayanak olarak gösterilebilecek, 12 Eylül döneminde çıkarılan “Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Çalışan Personelin Kılık Kıyafetine Dair Yönetmelik”ten başka bir metin yok.

Buna rağmen, Türk halkının zihninde, kadınların başörtüleriyle öğretim kurumlarına girmelerini ve kamu kuruluşlarında çalışmalarını yasaklayan, giyim ve kuşamlarında belli kurallara uymalarını öngören bir mevzuat düzenlemesi, bir “kılık kıyafet kanunu” bulunduğu yönünde var olan kanaat, aslında temelsiz bir algıdan ibarettir.  Önemli ölçüde, özgürlükçü ve demokratik bir ülkede kişilerin giyim ve kuşamlarının hiçbir zaman kanunla düzenlenemeyeceği temel gerçeğine dair bilgi yoksunluğundan ve belki de otoriter jakoben kültürün toplum algısını kuşatmasından kaynaklanan bu yanlış anlamanın konusu, aslında 1934 yılında çıkarılan “Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun”dur. Yalnızca ruhban sınıfın, yani ülkedeki Müslüman, Hıristiyan ve Musevi en üst dini temsilcilerin dışında hiç kimsenin toplumda din adamlarına özgü kıyafetlerle dolaşamayacaklarını hükme bağlayan söz konusu kanunda, kadınların giyim ve kuşamlarına ilişkin tek bir cümle bulunmamaktadır.

Her bir hukuk kuralının daha üst bir hukuk normuna uygun olması gerektiğini öngören  “normlar hiyerarşisi ilkesi” ne göre, idari bir düzenleme olan yönetmeliğin, bir üst hukuk normundan,  yani kanundan referans almadan çıkarılabilmesi mümkün değil.  Esasen yalnızca kanunlarla emredilen hususların düzenleme şeklini gösteren yönetmeliğin, dayanacağı bir kanunun hiç mevcut olmadığı ya da kanunda açıkça belirtilmediği halde, kendi başına temel bir hakkın kullanımına yönelik yasaklama veya kısıtlama getirme yeteneği bulunmamaktadır. Bu kritere göre, Devlet Memurları Kanunu’nda kılık kıyafet konusunda açıkça öngörülmeyen bir yasaklama veya kısıtlamanın, kendi başına yönetmelikle getirilmesi söz konusu olamaz.

Milyonlarca insanın istihdam dışı kalmasına yol açan başörtüsü yasağı, temelde insan hakları evrensel ilkelerine aykırılığı, siyasal gerilim ve çatışmalara yol açması ve tartışma gündeminden hiçbir zaman düşmemesi bir yana; kanunla düzenlenmesi gerekirken dayanağının bir yönetmelik hükmü olması itibariyle de şeklen de olsa kanuni temelden yoksun ve dolayısıyla hukuk tekniği açısından geçersiz hale geliyor. Diğer bir ifade ile, kamuda başörtüsü yasağının dayanağı olarak gösterilen yönetmelik; hukuk kaynağı oluşturmada geçerli yönteme uyulmaksızın çıkarılmış olması, yani sakat bir hukuki işlem olması yönüyle de aslında “yok” hükmündedir. Dolayısıyla, mutlak anlamda yok hükmündeki bir idari düzenleyici metne, bir yönetmeliğe dayanılarak uygulanan bir yasağın meşruiyetinden de söz edilemez.

Başörtüsü yasağını meşrulaştırmak üzere bir anayasa maddesinin bir üst hukuk normu olarak dayanak gösterilmesi de anayasal ilkeler açısından mümkün gözükmemektedir. Çünkü, yasaklama getirecek herhangi bir kanuni düzenleme, kamuda istihdam edilme hakkından yararlanmada görevin gerektirdiği özelliklerden ve liyakat ilkesinden başka bir şart aranmaması; dini ve felsefi inanç ve kanaatler arasında bir ayırım gözetilmemesi gerektiği ilkeleriyle çelişeceği için doğrudan doğruya anayasanın ruhuna aykırı düşecektir. 

Yasağın Sosyo-Psikolojik Tahribatı ve Çalışma Hayatı Üzerindeki Etkileri

Başörtülü kadınlar, getirilen yasaklama sonucunda gündelik hayat pratiklerini ve sosyal tutumlarını düzenlemede referans olarak aldıkları dini bir inancın gereğini yerine getirme zorunluluğu ile, aksi takdirde başka şekilde elde edemeyecekleri bir iş sahibi olma, kamuda çalışma imkanı arasında bir tercih yapmaya zorlanmaktadırlar. İki yükümlülük arasında sıkışan ve çaresiz durumda kalan memur; bunlardan hangisini seçerse seçsin, her durumda kişilik hakları ihlal edilmiş ve onuru zedelenmiş olacaktır. Kendisine dayatıldığı gibi başını açarak kamu görevini kabul etmesi durumunda, görev yaptığı sürece baş örtme yükümlülüğü getiren dini inancının aksine hareket etmiş olmanın vicdan azabını yaşayacaktır. Başı açık olarak görev yapmayı reddedip, kamu görevine girmemesi halinde ise, tüm vatandaşlara sunulan kamu hizmetine girme hakkından zoraki mahrum edilmiş olacaktır. İlkinde,  dini bir yükümlülüğünün gereğini yerine getirmemenin; ikincisinde işsiz kalmanın doğuracağı ötekileştirilme, dışlanma ve güven kaybı duygusu ruhunda derin yaralar açacaktır.

Devletçe kamu görevlileri için getirilen düzenlemeler, hiçbir şekilde onları iç dünyalarında hesaplaşmaya itmek, çözümü güç ikilemlerle karşı karşıya bırakmak sonucunu doğurmamalıdır. Giyim tercihlerine saygı gösteren, bu çerçevede memurların başlarını örtmelerine fırsat tanıyan bir kıyafet düzenlemesi pekala mümkündür. Mevzuat düzenlemeleri toplumun ihtiyaçlarından doğduğuna göre, milyonlarca insanın kamu görevine girmekten vazgeçmek pahasına uymak zorunda oldukları dini bir yükümlülüğü göz ardı eden bir kılık kıyafet düzenlemesinin kamu yararına uygun olduğunu ileri sürmek mümkün değildir.

Aslında kılık kıyafet düzenlemeleri, toplum hayatında ve örgüt yapılarında şekli ve simgesel ögelerin baskın olduğu 20’inci yüzyılın bir tortusu olup; verimlilik, etkililik, amaca uygunluk gibi yararlılığa dönük değer ve ilkelerin öne çıktığı çağdaş dünyanın geldiği bugünkü aşamada anlamlarını yitirmiş bulunmaktadırlar. Buna rağmen bu kapsamda düzenleme yapılması söz konusu olduğunda memura getirilecek yükümlülükler; toplumun kültür birikiminin temelinde yer alan ve yaygın olarak benimsenen inanç ve değerlerle çatışmamalıdır.

Devlet dairelerinin kamu alanı niteliği dolayısıyla dini simge olan başörtüsüyle çalışılmasına uygun olmadığı, başörtülü kadınların giyim özgürlüklerini ancak kamu kesimi dışında kullanabilecekleri belirtilerek kendilerine çalışabilecekleri zorunlu adres olarak yalnızca özel sektör işyerleri gösterilmektedir. İlk anda basit bir tercih hakkı gibi gözüken bu yaklaşımın, Türkiye’de iş hayatının ve sosyal yapının şartları dikkate alındığında,  kadınların insanlık onurlarını ne derece zedelediği ve yaşama haklarını ne ölçüde ihlal ettiği açıkça görülecektir. Türkiye’de devletin hem ölçek, hem de istihdam kapasitesi itibariyle sosyal ve ekonomik hayatın çok büyük bir bölümünü kontrol ettiği,  müdahale ve etkinlik alanının gündelik hayatı bütünüyle kuşattığı dikkate alınırsa, başörtülü kadınların peşinen ve keyfi biçimde böylesine geniş bir alandan dışlanarak işsizliğe mahkum edilmeleri, devlet eliyle yapılan ağır bir ayırımcılık ve adaletsizlik örneği olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bilgi çağı dünyasında, ülkelerin uluslararası rekabet alanındaki üstünlükleri; bilgiye ulaşma, bilgiyi kullanma, geliştirme ve toplumun ekonomik ve sosyal kalkınma gerekleri doğrultusunda yeniden üretme güç ve kapasiteleriyle doğrudan ilgilidir. Bu bakımdan toplumun tüm kesimlerinin bilgi yarışında yerlerini alabilmeleri ve ülkelerinin bilgi üretme kapasitelerine olabildiğince en yüksek katkıyı sunmaları stratejik bir önem taşımaktadır. Kamudaki başörtüsü yasağı ise, nüfusumuzun önemli bir oranını oluşturan kadınlarımızın dinamik ve nitelikli bir bölümünün üretim sürecine katılmasını engellemekte ve ülkemizin kalkınma potansiyelini yeterince kullanmasına engel olmaktadır. Bu bakımdan, uygulanan yasak, insanlar üzerinde bir baskı ve ayırımcılık aracı olduğu gibi, toplumu çağdaş ve ileri uygarlık seviyesine taşımak yerine, aksine gerileten bir uygulama olarak öne çıkmaktadır. 

Farklı inanç ve ideoloji grupları, farklılıkları nedeniyle vergi benzeri toplumsal ödev ve yükümlülükleri yerine getirmede herhangi bir muafiyete tabi tutulmadıkları gibi, kamusal hak ve imkanlardan faydalanma konusunda da herhangi bir kısıtlama ve mahrumiyete katlanmak zorunda bırakılmamalıdır. Devletin sunduğu kamu hizmetlerinden yararlanmada olduğu gibi, kamu hizmetine girmede de ehliyet ve liyakat gibi görevin gerektirdiği objektif şartlardan başka; herhangi bir din, dil, ırk, cinsiyet, siyasal görüş ya da felsefi inanç farkı gözetilmemesi; hem laik bir devletin tüm inanç ve ideoloji grupları karşısında tarafsız olma yükümlülüğünün, hem de demokrasi ve hukuk devleti ilkelerinin gereğidir. Bu bağlamda memurun başı örtülü olarak kamu hizmeti görmesi, devletin belirli bir inanç kesiminin tarafı ya da yansıtıcısı anlamına gelmediği gibi, aksine kamu hizmetlerini düzenlerken kişilerin inanç ve ideolojilerine eşit mesafede durduğu ve aralarında ayırım gözetmediği anlamına gelir. Kişilerin kamusal eşitlik, laiklik ya da tarafsızlık adına tek bir davranış kalıbına sokulması, başlarının açılmaya ya da kapatılmaya zorlanması; eşitliğin değil, aksine ayırımcılığın ifadesi haline dönüşmektedir.

Kamuda Başörtüsü Hukuksuzluğunun Giderilmesine Yönelik Yol Haritası

Herhangi bir kanuni dayanağı bulunmadığı halde Türkiye’de on yıllardır uygulanmakta olan kamuda başörtüsü yasağının kaldırılmasını; iki başlık altında ve iki aşamalı olarak ele almak gerekir: Bunlardan birincisi, yasağa dayanak olarak gösterilen mevzuat düzenlemesinin ortadan kaldırılması; ikincisi ise, yasağın fiilen sürdürülmesine engel olacak ve kamuda başörtülü çalışılabilmesini güvenceye bağlayacak kanuni düzenlemenin yapılmasıdır.

            Yasağa Dayanak Olarak Gösterilen Mevzuat Düzenlemesinin Kaldırılması

Dayandığı herhangi bir kanun maddesi olmadığı halde yasağın uygulanmasına gerekçe olarak gösterilebilecek, 12 Eylül döneminde çıkarılan 1982 tarihli “Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Çalışan Personelin Kılık Kıyafetine Dair Yönetmelik”ten başka bir düzenleme bulunmadığını, bu yönetmeliğin de normlar hiyerarşisi ilkesine göre bir üst hukuk normu olarak dayandığı bir kanun bulunmaması nedeniyle aslında “yok” hükmünde olduğunu daha önce belirtmiştik. Yok hükmündeki, hukuki terimi ile “mutlak butlan ile malül” yani “mutlak yokluk ile sakatlanmış” olan düzenlemelerin zaten uygulanma kabiliyeti bulunmadığından bunlara dayanılarak yürütülen işlemler hukuken geçersiz duruma gelmektedir. Bu nedenle yönetmeliğe dayanılarak uygulanan başörtüsü yasağı hukuken geçersizdir ve fiili bir durumun sürdürülmesinden ibarettir.

Söz konusu yönetmeliğin çıkış noktası olarak 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun disiplin hükümlerini düzenleyen 125’inci Maddesi gösterilmekle birlikte, bu maddede sadece genel olarak memurların uyacağı bir kılık kıyafet yönetmeliğinden söz edilmekte; çıkarılacak yönetmelikte memurlar için hangi giyinme şeklinin serbest hangisinin yasak olacağına ilişkin bir düzenleme bulunmamaktadır. Hukuk tekniğine göre yasak ya da kısıtlama getiren hükümler, temel hak ve özgürlükleri ilgilendirdikleri için kanunla; bunların uygulanma şeklini ve ayrıntılarını gösteren hükümler ise idari tasarruf niteliğinde oldukları için yönetmelikle düzenlenir. Bu bakımdan, kılık kıyafet konusunda başörtüsü yasağını da içerecek kısıtlamalar, her şeyden önce ilgili kanunda, yani 657 sayılı Kanunda açıkça belirtildikten sonra; bunu referans alarak çıkarılacak bir yönetmelikte uygulamanın nasıl yürütüleceğine ilişkin ayrıntılara yer verilebilir.  Oysa, 657 sayılı Kanunda ne başörtüsünün ne de başka bir giyinme şeklinin yasak olduğuna dair bir ifade yer almamaktadır. Bu nedenle, kanunda sadece kılık kıyafet yönetmeliğinden söz eden bir ibarenin bulunması, yürütme organına, buradan hareketle çıkaracağı bir yönetmelikle milyonlarca kadının inançları gereği vazgeçilmez bir biçimde benimsediği bir giysiyi yasaklayarak onları kamu istihdamından mahrum etme ve işsiz bırakma hakkını vermez.

Devlet Memurları Kılık Kıyafet Yönetmeliği her ne kadar bu özellikleri dolayısıyla kendisine dayanılarak yasak getirilme imkanı bulunmayan,  yok hükmündeki idari bir metin ise de; hali hazırdaki başörtüsü yasağına temel gerekçe olarak gösterilmesi nedeniyle, yasak uygulamasının kalıcı olarak son bulması için öncelikle yürürlükten kaldırılmalı ve geçerliliğine resmen son verilmelidir. Yönetmeliğin yürürlükten kaldırılmasıyla, devlet memurlarına getirilen insan hakları ve bireysel özgürlüklerle bağdaşmayan kıyafet kısıtlamaları, bu arada başörtüsü yasağı da gündemden bütünüyle kalkmış olacaktır.

Mevcut kılık kıyafet yönetmeliğinde başörtüsü yasağı dışında, kişilerin saygınlıklarını zedeleyen, tercih hürriyetlerini ortadan kaldıran, çağdaş çoğulcu ve özgürlükçü anlayışıyla bağdaşmayan pek çok anlamsız kısıtlama bulunmaktadır. Örneğin kadınlar için etek boyunun dizden yukarı olmaması, yırtmaçlı etek giyilmemesi, kolsuz ve açık yakalı gömlek ve yüksek topuklu ayakkabı giyilmemesi; erkekler için, favorinin kulak ortasından aşağı olmaması, saçların kulağı kapatmayacak ve enseden gömlek yakasını aşmayacak uzunlukta olması, bıyık uzunluğunun üst dudak hizasından aşağı geçmemesi gibi Batılı demokratik ülkelerde benzerlerine rastlanmayan kısıtlamalar, her zaman tartışma konusu olmaktadır.

Zaten memurların yönetmelikte yer alan “başın açık olması” kuralı dışındaki  hükümlere aykırı giyinmeleri durumunda  pratikte haklarında hiçbir disiplin işlemi yapılmamakta; cezai yaptırımlar sadece başörtülü kadın çalışanlara uygulanmaktadır. Yönetmelikte yer alan yükümlülüklerden sadece bir tanesinin, sadece başörtülü kadınlara uygulanması ayrıca devlet eliyle kamu çalışanları arasında yapılan çok açık ve kabul edilemez bir ayırımcılık örneği oluşturmakta, devlete olan güven duygusu zedelenmektedir. Bu durum, ayrıca yönetmeliğin yürürlükteymiş gibi gözükmekle birlikte uygulanma kabiliyeti bulunmaması nedeniyle pratikte bir değer taşımadığını ortaya koymaktadır.

Memurların kılık ve kıyafetleriyle ilgili mutlaka bir düzenleme yapılması zorunluluğu bulunmayıp, giyim ve kuşamlarında uyacakları esasları belirleyen bir yönetmelik olmaması halinde de, toplumun benimsediği ve normal karşıladığı kıyafet esaslarının sınırları içinde kalacakları; aşırılığa kaçan, başkalarınca yadırganacak giyim tarzlarını tercih etmeleri için bir neden bulunmadığı açıktır. Esasen ister kamu kuruluşlarında, ister özel işyerlerinde çalışsınlar, insanların giyim ve kuşamlarında uyacakları esasları belirleyen normlar, yönetmelik ya da yönergelerle getirilen yazılı kurallar değil; toplumun genel kabulü çerçevesinde oluşan ve yazılı olmayan görgü (adab-ı muaşeret) kurallarıdır. Kılık kıyafet düzenine ilişken yazılı kuralları bulunmayan özel işyerlerinde, çalışanların giyim ve kuşamları her zaman toplumun genel kabul ve hoşgörüsü çerçevesinde şekillenir ve bir dengeye kavuşur. Kamuda da durumun bundan farklı olması için bir sebep bulunmamaktadır.

Bütün bunlara rağmen, toplumca kabullenilmeyecek ölçüde aşırılığa varan kıyafetlerin tercih edilebileceği ve işyerindeki genel uyumun bozulabileceği endişesiyle,  kaldırılan kılık kıyafet yönetmeliğinin yerine başka bir düzenlemeye ihtiyaç duyulması halinde; getirilecek yeni yönetmelikte, herhangi bir kıyafet biçimiyle ilgili katı tanımları ya da kısıtlamaları içermeyecek şekilde, kişilerin giyim zevklerine uygun tercihte bulunabilmelerine imkan veren, ancak toplumun genel kabulüne uygunluğun referans olarak alındığı hükümlere yer verilmelidir. Hele böyle bir düzenlemede,  kişilerin devlete olan güveninin tesisi, adaletin, toplumsal barış ve istikrarın sağlanması açısından,  halkın inanç ve değerleriyle çatışan kurallara asla yer verilmemelidir.

Getirilecek yeni bir yönetmelikte, kaldırılan yönetmeliğin 5’inci maddesinde kadın kıyafetlerini belirleyen ayrıntılı tanım ve kısıtlamaların yerine; özgürlükçü ve demokratik anlayışa uygun, daha geniş çerçevede çeşitlilik ve esneklik sağlayan bir düzenleme için aşağıdaki madde önerileri getirilmiştir:

Amaç-Kapsam ve Deyimler

Madde 1– Bu Yönetmelik, kamu personelinin günün şartlarına ve dünyadaki gelişmelere uygun, kişisel zevk ve tercihlerini de gözetecek ve aşırılığa kaçmayacak şekilde sade bir kılık ve kıyafet içinde olmalarını; kılık ve kıyafette genel tertip ve düzeni sağlamayı amaçlamaktadır.

…………………………………………….

Ana İlkeler

Madde 4– Kurum ve kuruluşlarda görevli memur, sözleşmeli personel, geçici personel ile hizmetlilerin giyimlerinde sadelik, temizlik ve hizmete uygunluk esastır.

Madde 5– 2 nci maddede sözü edilen personelin kılık ve kıyafette uyacakları hususlar;

Kadınlar;

Toplum içinde yadırganacak tarzda olmamak kaydıyla genel kabul gören kıyafet biçimleri arasından tercihte bulunabilirler. Ancak giydikleri elbise temiz, düzgün ve ütülü; ayakkabılar boyalı olmalıdır.

Fiili Baskı ve Engellerin Kaldırılmasını Sağlayacak ve Başörtüsüyle Çalışabilmeyi Güvenceye Kavuşturacak Düzenleme

Başörtüsü yasağına dayanak gösterilen yönetmeliğin yürürlükten kaldırılması, hatta yerine esnek ve özgürlükçü hükümler getiren yeni bir yönetmelik çıkarılması; yasağın kalıcı olarak son bulması için yeterli olmayacaktır. Türkiye’de antidemokratik uygulamaların içeriği ve seyri incelendiğinde, bunların açık ve somut hukuk normlarına dayanmaktan çok, ağırlıklı olarak keyfi değerlendirmelere dayanan, baskı ve zorbalıkla hayata geçirilen tutum ve tasarruflar olduğu görülmektedir. Çoğunda baskı ve kısıtlamaya dayanak oluşturacak açık bir mevzuat hükmü bulunmadığı, aksine kişilerin yasaklamaya konu eylem ya da davranışını koruyan anayasal ve yasal güvenceler olduğu halde, fiili durum oluşturulmak suretiyle özgürlükler kısıtlanmaktadır. Örneğin, yüzbinlerce öğrenciyi eğitim hakkından mahrum eden üniversitelerdeki başörtüsü yasağı,  herhangi bir kanun maddesine dayanmadığı; aksine Türk Ceza Kanununda eğitim ve öğretim hakkının engellenmesini cezalandıran açık bir hüküm bulunduğu halde yıllarca uygulanmıştır. 

Türkiye’de hak ve özgürlükleri ihlal eden antidemokratik ve baskıcı uygulamalara son verilebilmesi için, bunlara şeklen dayanak olarak gösterilen mevzuat hükümlerinin ayıklanması ve yürürlükten kaldırılmasından başka; fiilen yasağın sürdürülmesi halinde buna sebebiyet verenler hakkında cezai müeyyide uygulanmasını sağlayacak bir sistemin devreye sokulması gerekmektedir.

Kılık kıyafet yönetmeliğinin kaldırılması ya da değiştirilmesinden sonra; baskı, tehdit, yıldırma gibi psikolojik yöntemlerle ya da şiddet ve cebir kullanmak suretiyle memurların başörtüleriyle çalışmasına engel olan kamu yöneticileri ve sorumluları hakkında cezai işlem yapılabilmesi ve gerekli cezaya çarptırılmaları için Türk Ceza Kanununda buna özgü bir ceza maddesi tertip etmeye yönelik hukuki düzenleme mutlaka yapılmalıdır.

Anayasa ile güvence altına alınan çalışma hakkının yasa düzeyinde korunması ve bu hakkı engelleyenlerin cezalandırılmalarına yönelik bir düzenlemenin, Türk Ceza Kanununa “Çalışma Hürriyetinin Engellenmesi” başlığı altında, yeni bir madde eklenmesiyle çözüme kavuşturulması uygun olacaktır:

            Söz konusu madde metni için örnek bir düzenleme aşağıda verilmiştir:

Çalışma Hürriyetinin Engellenmesi

MADDE METNİ. Kanunda açıkça yazılı bir hükme dayanmaksızın; cebir veya tehdit kullanılarak ya da hukuka aykırı başka bir davranışla kişilerin çalışma hürriyetlerini ortadan kaldıran, kamu kurumlarına veya işyerlerine girmelerine engel olan ya da çalışma hakkından yararlanmalarını kanunda olmayan gerekçelerle kısıtlayanlar için bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasına hükmolunur.

Sonuç ve Değerlendirme

Türkiye’de devletin başörtüsüne yönelik negatif bakış açısı ve tutumu ile halkın geniş hoşgörüsü ve kabulü çerçevesinde oluşan sosyolojik destek tabanı arasındaki muazzam uçuruma rağmen kamuda başörtüsü yasağı halen devam ediyor.

Toplumun adalet duygusunu ve devlete olan güvenini zedeleyen ve insanların ruhunda derin travmalara yol açan bu sorunun on yıllardır görmezden gelinmesi, devlet adına ideolojik bir körlük olarak nitelendirilmekten öte; belki toplumun bütünüyle bir akıl tutulmasına uğramış olması ve sonuçta kendi gerçeğini görme ve sorunlarını çözme iradesini ortaya koyamamasıyla açıklanabilir. Dolayısıyla Türk eğitim sisteminde ve kamuda başörtüsü yasağının tarihi, Türkiye’de vicdan körlüğünün ve akıl tutulmasının tarihi olarak nitelendirilebilir.

Başörtüsü, devletin kadınlardan kamuda çalışabilmeleri için vazgeçmelerini isteyebileceği, bir çırpıda yasaklamaya konu olabilecek kadar basit ve ihmal edilebilecek bir ayrıntı değildir. Hukuki ve meşru bir temeli bulunmayan başörtüsü yasağı, doğrudan doğruya insanın kişiliğine ve haklarına bir saldırıdır ve özgürlüğünün ihlal edilmesi anlamına gelir. Yapılan ihlal,  insanın doğuştan sahip olduğu vazgeçilmez ve devredilemez haklarına yönelik olduğu için; zamanaşımına ve başka şartlara bakılmaksızın her durumda ve her dönemde cezalandırılması gereken bir insanlık suçu olarak değerlendirilmelidir.

Esasen çağdaş ve demokratik bir toplumda kılık kıyafet düzenlemesi gibi kişilerin bireysel hakları ve tercih özgürlükleriyle çelişen uygulamalara yer olmamalıdır. Buna rağmen kamuda çalışanlar için söz konusu olabilecek bir kılık kıyafet düzenlemesinin; inancı ya da tercih özgürlüğü nedeniyle bir tek kişinin bile kamu istihdamı dışında kalmasına yol açmayacak şekilde yapılması gerekir. Yasal ve idari düzenlemeler ve bu çerçevede getirilecek kurallar insanların ihtiyaçlarından doğarlar ve nihai amaçları toplumun huzur ve esenliğini sağlamaktır. Bu bağlamda, getirilen düzenlemelerin toplumların köklü ve yaygın değerleri ve inanç yükümlülükleriyle çatışması durumunda yeniden ele alınıp değiştirilerek bunlarla uyumlu hale getirilmeleri uzun dönemde sürdürülebilir bir toplum düzeninin varlığı için kaçınılmazdır.

                                                                                                   HUDER  adına

                                                                                                Av. Hüseyin KAYA